SOSYAL BİLİMİN AHVALİNE DAİR

I

Türkiye’de sosyal bilimin krizi, geçmişte olduğu gibi bugün de (tıpkı dünyanın geri kalanında da olduğu gibi) bir üniversite krizidir. Aslına bakılırsa mesele hiçbir zaman bir disiplinin, kendi gelişim sürecinde, kavramsal ve yöntemsel düzeylerde kaçınılmaz biçimde tecrübe ettiği sıkışma, çatışma, altüst oluş ve yeniden yapılanma anları olmamıştır. Üstelik kriz bu anlamıyla, bilim alanının kendi mantığında, daha nitelikli ve görece daha yüksek yeterlilikte ve titizlikte analitik araçlara, yeniden inşalara kavuşmaya imkân vermesi ölçüsünde gayet müspet bir devinimdir, kaçınılmazdır. Aynı şekilde, sosyal bilim disiplinleri, her bir analizin müellifin şahsi yorumuna indirgendiği, hatta edebi ve retorik kabiliyetin kendisinin analiz yerine geçtiği hatalı bir sosyal bilim imgeleminin aksine, en basitinden, bir tezin diğerinden daha temelli/doğru/geçerli olup olmadığını sınayabilecek güçlü araçlara ve devasa bir birikime çoktandır sahiptir. Kısacası sosyal bilim spekülasyondan ibaret bir “iş” değildir. Sosyal bilimin konumunda tartışmalı olan değil, tartışmalı “kılınan” bir şeyler vardır, bu da onun meşruiyetidir, toplumsal gerçekliğe dair zeminli-rasyonel bilgi üretme, söz söyleme iddiasının/hakkının gasp edilmesidir. Kısacası, mevzu bahis olan, hiçbir zaman, genelleme-soyutlama-geçerlilik-nedensellik gibi başat epistemolojik ve metodolojik başlıklar ışığında sosyal bilimin “yetersizliğine” hükmetmek değildir (buna mahal yoktur zira bu başlıklar tüm bilimler için çeşitli seviyelerde güçlükler içerir); mesele, sosyal bilimi “hükümsüz” bırakmaktır; onun rasyonel bilgi çekirdekleri üretme kabiliyetini yok saymaktır.

II

Eğer böyleyse ve sosyal bilimin dönüşümünden bahsedilecekse, bu dönüşümde sadece naif bir epistemolojinin göreceği türden kendi içine kapalı bir dünyada vuku bulan birtakım “paradigma” değişikliklerini değil, üniversite alanının tamamını, yani bilimsel bilginin üretim koşullarını egemen sınıf ve grupların çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandıran bir dinamiğin izlerini dikkate almak gerekir. Ancak, alışık olunduğu üzere burada da fail, ortak kanıdan devşirilmiş birtakım kategorileri (değişim) ya da teknik bir dili (reform) devreye sokarak izini kaybettir ve amorf bir “dönüşüm gerekliliği” iddiası arkasına gizlenir. Zannımca, yürütülüş şekli ve içeriği ülkeden ülkeye farklılık gösteren bu “failsiz” dönüştürme dinamiğinin sosyal bilim için taşıdığı en büyük risk, “ehlileştirilmiş”, hatta Türkiye özelinde tamamıyla “tabi” ve böylece rasyonel ve bütüncül bir bilgi üretme kabiliyetini tamamıyla yitirmiş bir düşünce pratiğinin vücut bulma olasılığıdır. Bu birkaç yolla olur:

  •  “Uzmanlaşma”, “teknikleşme”, “fikrî tekelleşme” eğilimi ve bunlara eşlik eden uluslararası endeksli yayın baskısı iki seviyede belirleyici olur. İlkin, fikrî dünyası sadece bir disiplinin tek bir alt alanıyla sınırlı olan (bütüncül bir bilgi üretimine coup de grâce burada indirilir), sadece birbirleri için yazan ve en iyi ihtimalle yine birbirleri tarafından okunan, fakat hepsinden önemlisi, “alan” dergilerinde metinlerinin kabul alabilmesi için benzer biçimde yazmak zorunda olan (ne dediğiniz bazen nasıl dediğinizden daha önemsizdir) bir “araştırmacı” grubu hâsıl olur. Bu tür bir araştırma ve yazım pratiğinin mevcudiyeti tek başına sorun değildir, ancak akademik iş piyasasının tüm dünyada büyük bir hızla daraldığı ve genelleşmiş bir güvencesizliğin (farklı nitelemelerle allanıp pullanan ancak güvencesizliği kurumsallaştırmaktan başka hiçbir sonuç doğurmayan sayısız türde süreli iş sözleşmesinin) akademisyenin yeni varoluş koşullarının parçası olduğu bir bağlamda, bahis konusu pratik bazıları için “parlak” bir akademik kariyerin, bazıları içinse sadece sözleşmelerini uzatabilmenin tek yolu olarak kendini dayatır. Dolayısıyla burada sadece fikrî düzeyde bir ehlileştirme, hizaya sokma ya da tektipleştirmeden değil, kelimenin tam manasıyla “mide” üzerinden bir ehlileştirmeden, terbiye etmeden dahi bahsedilebilir.[1] İkinci olarak, bahsi geçen fikrî üretim koşulları, üretilen bilginin niteliği üzerinde de fevkalade sakatlayıcı bir etki doğurur. Sosyal bilim, kuruluşundan bu yana, yer yer teorisizmin ayartmalarına kendini kolayca kaptırmış olsa da tekilliklerin ötesine giden bir karşılaştırma, soyutlama ve kavramsallaştırma seviyesine ulaşma hedefini her daim muhafaza etmiştir. Oysa günümüz akademisinin “konvansiyonel” metinleri/araştırmaları fazlasıyla “stenografiktir”, yani bir üst düzey soyutlamaya veya genel bir kavramsal çerçeveyle eklemlenmeye imkân tanımayacak ölçüde tekil bir bağlama endeksli çalışmalardır. Bu araştırmalar tamamıyla faydasız değildir ancak nesnelerini inşa ediş şekilleri, ele aldıkları tekilliklere analitik (kavramsal) bir artı değer katmalarını ve farklı bağlamlar arasında analojiler tesis etmelerini engeller.
  • Diğer yandan, bir dizi manasız eşleştirme de yarı örtük yarı açık bir şekilde devreye sokulur. Nesnellik esasen teknik bir meseleye, kullanılan araştırma tekniklerinin niteliğiyle ilgili bir meseleye indirgenirken; veri, onu veri statüsünde kuran teorik sondajlama faaliyetinden tamamen bağımsız şekilde “veriliymiş” gibi kıymetlendirilmeye başlanır. Oysa ampiri ve teorinin didişmesi sosyal bilimin en başından beri kurucu kolonlarından biridir, olmazsa olmazdır. Sahasız, verisiz bir sosyal bilim, sadece ve sadece spekülasyondur, fakat unutulmamalıdır ki her ikisi de (saha ve veri) her daim teorik şamandıralara ihtiyaç duyar: Bir şeyin verisi olunur. Bu “şey”, söz konusu veriyi bizatihi keşfeden, ancak keşfettiğinin etkisiyle de dönüşen (kâh desteklenen, kâh yetersiz düşen, kâh yeniden formüle edilen) teorik kancadan başkası değildir. Teori ve veri arasındaki ilişki kati surette ve her zaman çevrimseldir. Hâsılı, tüm bunlarda yeni hiçbir şey yoktur. Bugün sorgulanması gereken daha ziyade, bir araştırmada verinin ifade ettiği ya da üstünü örttüğü şeyler kadar, veri saplantısının kendisinin toplumsal ve siyasal kullanımlardır. Veri meşrulaştırır; veri rıza üretir. Hatta Türkiye’deki sosyal bilim pratikleri özelinde veri ve saha vurgusunun, tuhaf bir biçimde, yer yer politik olanla eşleştirilmiş teoriden kaçışın adı olduğu bile söylenebilir (bizim nazarımızda ehlileştirmenin diğer bir ismidir bu).   

Sosyal bilim sadece veri makinesi olmadığı gibi sadece “kafa açan” bir uğraş da değildir. Günümüz sosyal bilimi, hem kavramsal hem yöntemsel hem de ürettiği bilgilerin niteliği açısından 19.yy âlim cemiyetlerinin ya da entelektüalist spekülasyonların çok ötesindedir. Maurice Godelier’yi takip ederek sosyal bilimi, “insanlığın, kendisini yeniden üretmek ve varlığını sürdürebilmek için tarih boyunca ürettiği toplumsal yaşam biçimlerinin doğası ve işleyişini, diğer yandan da bu yaşam biçimlerinin geçmişte veya halen içerdiği düşünme ve davranma biçimlerini analiz etmeyi ve anlamayı hedefleyen refleksif düşüncenin çeşitli çalışma şekilleri”[2] olarak alırsak, sosyal bilimciyi de bir nevi “insanlık memuru” olarak kavramak uygun düşecektir. Eğer böyleyse, verili bir ülkedeki sosyal bilimciler, içinde bulundukları toplumlardaki iktidar rejimlerinin memuru ya da analizlerinde öncelikle kendi toplumlarının “hassasiyetlerini” ve “yüksek çıkarlarını” gözetmekle yükümlü birer “kurum” görevlisi değildir.

Bu başka bir sebep dolayısıyla da böyledir. Toplum, kendisini yekpare bir bütün olarak sunan ve böyle de yeniden üretilen bir entite olduğu kadar, çıkarları ve varoluş koşulları birbirine tamamen zıt birey, grup ve sınıflar bütünüdür. Bir toplumu ya da topluluğu tanımlamaya dair konular ve bu konuların yorumlanma şekli salt akademik/entelektüel bir öneme sahip değildir; bu yorumlama faaliyetinin ve ele alınan (veya tam aksine hiç değinilmeyen) konuların kendisinin toplumsal sonuçları vardır. Bir toplumu ya da topluluğu tanımlamak için başvurulan tasnif ve taksim ilkeleri, belli tipte güç ilişkilerini kaçınılmaz biçimde bünyesinde taşıyan bir toplumsal yapıyı muhafaza etmek ya da dönüştürmek için kullanılabilir. Zira birey ve gruplar, kendilerinden önce var olan bir toplum içerisine doğmakla ve mevcut yapıları yeniden üretmekle yetinmezler, toplum halinde yaşamanın yeni biçimlerini de üretirler. Örneğin toplumsal yaşamın farklı veçhelerinin yorumlanmasında ve/veya analizinde kullanılan, bilimsel veya değil, her türden tasvir, tanımlama, tasnif ve taksim ilkesi, kaçınılmaz biçimde ve farkında olunsun ya da olunmasın, nesnesi olan toplumsal dünyanın ve bu dünyadaki ilişki formlarının muhafazasına veya dönüştürülmesine dönük bir girişimdir de ve bu, mevcut şekliyle ve geniş anlamıyla siyasetin ta kendisidir. Dolayısıyla sosyal bilimin ürettiği bilgi, nesnesi olan bu toplumsal dünyanın yapısı, çatışmaları, karşıtlıkları, eşitsizlikleri üzerinde kaçınılmaz biçimde tesirde bulunur, aksi mümkün değildir. Bundan ötürü müdahil bir sosyal bilim, her şeyden önce bir fail olduğunun, yani tüm araştırma nesnelerini ve toplumun tamamını her düzeyde baştan sona kat eden iktidar ilişkilerinin üretimi ve yeniden üretimi üzerinde farklı yollarla (sessizliğiyle bile) tesirde bulunan bir fail olduğunun farkında olan ve bu kaçınılmaz tesiri, tahakküm edilenler lehine rasyonel bilgiyle tahkim edilmiş bilinçli müdahalelere dönüştüren bir bilim pratiğidir. Bu zor bir pratiktir zira egemenin kategorileri ortak kanının şüphe götürmez kategorilerine dönüştükçe, bunların iktidar ilişkilerinin yeniden üretimi üzerindeki etkisi görünmez bir hal alır.

Eğer böyleyse, toplum (veya daha fenası devlet) yararına bir soysal bilim pratiğinden her bahsedildiğinde fiilen vuku bulan, toplum (devlet) adına konuşma ya da toplumu (devleti) temsil etme hakkını kendinde görenlerin toplum ya da devlet temsillerinin ve hususi çıkarlarının onanmasıdır. Türkiye’deki müesses nizamın en takdir ettiği ve her daim “önünü açtığı” sosyal bilim pratiği budur –ki bu son dönemlerle de sınırlı değildir. Suya sabuna dokunmayan, sadece kendinden beklenileni veren ve “ülkemiz”, “toplumumuz” kipinde icra edilen bu pratik devasa bir usul hatasıdır, zira sosyal bilimin en temel ilkelerinden birini ihlal eder: Nasıl ki kan tutan bir cerrah tasavvur etmek güçse, içinden çıktığı toplumun, grubun ve zamanının baskın değerleriyle, egemen yargı kategorileriyle, önkabulleriyle arasına mesafe koyamamış, bu yönde eleştirel bir tetiklik halini bilişsel düzeyde daim kılamamış bir sosyal bilimci figürü de eşyanın tabiatına aykırıdır. İşin bu kısmı tartışmaya açık değildir. Bir sosyal bilimci için nesneyle kurulan ilişkide karşılaşılan tüm epistemolojik güçlüklere ve bu yöndeki tartışmalara gelmeden önce, bu basit ancak tatbiki güç ilke neredeyse tek başına sosyal bilimin varoluşunun temelindedir.


[1] Türkiye özelinde bu “terbiye” etme, vakıf üniversitelerinde yine “mide” üzerinden sürdürülmekle birlikte başka bir esasa daha riayet eder. Üniversite örgütlenmesi, sadece Türkiye ile de sınırlı kalmaksızın, hiyerarşik bir yapılanmayı her zaman bir ölçüde içermiştir. Bunda yeni hiçbir şey yoktur. Yeni olan, bugün Türkiye’deki üniversitelerin, büyük çoğunluğunda ve devlet-vakıf ayrımı gözetmeksizin, artık tamamıyla birer tedrisi karargâh gibi işlemesidir. Bu dünyada rütbeler, astlar-üstler, tedrisi komutanlıklar, onların üzerinde atanmış paşalar-rektörler, en yukarıda da Reis vardır. Bugün Türkiye’de bir akademisyenin içine “doğduğu” ve “kariyerini” yönetirken yeniden üretmesi gereken dünya bu dünyadır. 

[2] Maurice Godelier, Au fondement des sociétés humaines, Ce que nous apprend l’anthropologie, Paris, Albin Michel, 2007, s.17. [Yakında Heretik’te].